6 Ekim 2011 Perşembe

Başa Çıkma Yolları - 2

Açıp içimi bakmadılar hala,
Biliyorum bu kadar pis bir işe kalkışmaz bir insan kolay kolay.
Bir sürü düzensiz dosya, bir sürü pislik içinde idea, birbirine karışmış bir halde kendi düzenini yaratmış nöronlar...
Ama arkasındakilere giden yol çok dolanbaçlı olduğundan, sıkıyor insanoğlunu..
Korkuyorum hep kalacaklar dışarıda, bu yüzden hep düzenlemeye çalışmam gerektiğini hissediyorum dışarısını...
Saçlar, başlar, kıyafet falan. Bir de bedeli ödenemez bir suçluluğu var bunun içeriye,
Diyor ki mahkeme, "dışı düzenledikçe içi bozarsın".
Çok korkuyorum

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Başa Çıkma Yolları - 1

Bedenlerini hor gören adam ve kadınların kendileriyle barışmaya çalıştığı bir mabet burası, ama ruhani hiç bir yönü yok.
Salt öfke ve pişmanlığın tükettiklerini, hatırlamak adına kazınanların "hep" kaldığı bir duvar gibi, ama o öfke ve pişmanlıktan eser yok.
Bazılarımız tamamen silerek yok eder geçmişlerini, bazılarımız kazıyarak... Her ikisi de arındırır.
Bazılarımız kazımak isterken siler, bazıları da silmek isterken kazır... Hangisi arınır?
Çözümleri her ne olursa olsun, her biri öğrenir bununla başa çıkmayı. Yavaş yavaş unutmaya başlar tüm o en berrak anıları, en kabullenilemez sandıklarını. Unutmak zorunludur yeniyi öğrenmek isteyen için.
Ve her öğrenen, yenilenmiş kabul edilir bu mabette. Diğerlerinin nasıl yenilendiğini hiç umursamadan!

Saba

29 Kasım 2010 Pazartesi

Öğrenilmiş Hesaplar, Öğretilmiş Anılar

Bu dönemler nasıl başlıyor ve nasıl bitiyor ben de bilmiyorum.
Bir zaman geliyor, kocaman bir sessizlik içinde tek başına duruyorsun.
Ve arkasından bir zaman; yazdıkça yazıyor, düşündükçe batıyor ve çaldıkça çalıyorsun.
Bu neyin hastalığıdır, neyin dönemidir? Her huzursuz beyin resmen regl olur mu? Önemsemiyorum...
Cevabını alamayacağım sorular sormuyorum, sadece, yine, sadece düşünüyorum, yazıyorum ve çalıyorum.
Kendimi burada bulmayı hiç sevmiyorum.

Çünkü yazmazken ve çalmazken burada olmam için hiç bir sebep yok. Ne beni buradan, bu odadan ve kendimden uzak tutmayı başarabilmiş ise, onun olduğu yerde mutluyum. Hemen demeyin yine, "ah yeni bir aşk hikayesi, ve bitmiş.." Öyle değil. Benim aşk hikayelerim nedense hiç başlamaz ve hiç bitmezler. Ben de anlayamam sebebini. "Bir erkek ve bir kadın tanışır, aşık olur ve ayrılırlar.." Ben bu ne demek bilmiyorum, ayrıca üstüne milyonlarca roman, deneme, şarkı yazılan ve film yapılan "aşk" bu ise, bir erkek ve bir kadının birbirine sahip olma isteği üstüne ise, yok, ben bu duyguyu tanımıyorum.

Benim tanıdığım duygular; cinsellik, kişisel çıkarlar, sadece eğlence ve felsefe üstüne olanlarıdır... Şarkılara bakınca, aşkın bunları kapsadığını göremiyorum.

"Senin gibi olmayan biriyle birlikte olabilmek"tir ya özü anlatılan hikayenin, ben "en benim gibi olmayan"ını benimle beraber yaşatabilecek bir doğa üstü güç tanımıyorum. Varsa buyrun içinizden "ota da konar boka da" diyeni, bu tamamen iq ile alakalı bir konudur. Konduğu ot ve ya bokun konana ne kadar benzediğini tartışmıyoruz. Gidip bakkaldaki Hasan agaya tutulmuyorum, ya da Obama'ya vurulmuyorum, e nerde o minik oklar falan? Kırmızı kırmızı kalpçikler? Hepimiz kendi bencilce çıkarlarımıza göre birine tutuluyor, ve ya "tutuldum mu lan acaba" diye düşünürken takılmaya devam ediyor, en kötü ihtimalle "yolalım tavuğu sktiret" diyoruz. Burda hiç bir şey ima etmeye çalışmıyorum. Kadın ve ya erkeği eleştirmeye de çalışmıyorum. Zira yolunacak tavuk erkeğin mal varlığı olduğu gibi, kadının da cinselliği olabiliyor zaman zaman. Bazen de çok farlı çıkarlar, bazen...

Bu güne kadar aşık oldum mu? Kitap, şarkı ve filmlerden öğrendiğim kadarıyla, evet. Bize nasıl aşık olacağımızı, "onu gördüğümüzde" neler olacağını, hatta bizden ayrıldığında ne kadar acı çekeceğimizi bile öğretmiştirler. Bir nevi, başkalarının aşktan anladığı, ve insanların anlamasını umduğu şeyi size öğretirken, seve seve öğrendiğinizi görünce kim bilir nasıl etkilenmişlerdir. Çok merak ediyorum Peru'da ya da Antik Yunan'da aşkı..
Şimdi tekrar soruyorum, bugüne kadar aşık oldum mu? Kendimi ve başkalarının aşka yüklediği anlamı bildiğimi varsayarak, hayır.

Şimdi soracağım kendime huzurunuzda, ağlamadın mı be kadın sen bir adam için? Ağlamaz olur muyum ya, tabiki ağladım. Sonumuzun aşk filmleri gibi olmadığı için, aşk şarkılarındaki duyguları yaşadığımıza emin olamadığım için.. Hem de deli gibi ağladım, ama zaman alıyormuş bazen fark etmek, öğrenilmiş çaresizlikle mücadele edebilmek için.
Hem sadece bir erkek için de değil, bir kadın için bir gün öyle bir ağladım ki, tanıdığım erkek nufusunu boğmaya yeterdi.
Hani nerde o filmler? Ne cinsellik ne de çıkarlar üstüneydi göz yaşlarım. Ama o kadar derindendi ki, yaratılmış ve öğrenilmiş aşk sığ kalıyor, inanamıyorum.
Birinin bana tanırıyı öğretmesi ve kurallara uymamı beklemesinden farksız olurdu..

Tanrıya inanmıyorum dendiğinde "allahsızlığın üst boyutunda boşluklar içinde bir evrende huzursuzcasına yaşadığımıza" inananlara ithafen, aşka inanmamak da bir ya da daha çok insanı sevememek değildir. Sadece belki de, insanlara ve onlarla aramdaki ilişkiye daha önce başkalarının koyduğu kurallar çerçevesinde bakmaktan, çok daha fazla değer vermektir..
Aynı evrene bakışım gibi, herşeyi onun yarattığına inanmak, var olanlara hakaret olurdu.
Bir insanı, onu Juliet gibi sevdiğime inandırmak; onun Romeo olmasını beklemek olurdu. Kendisi değil...
Oldu.


Saba

3 Ekim 2010 Pazar

!

Yazamıyorum...

27 Mayıs 2010 Perşembe

Yazsam da yazmasam da biliyorsun, bu sadece bir duygu boşalımı. PAUL GRAY!

Herkes olabildiğince bencildir, biz sadece bizden daha çok bencil olanları "bencil" diye adlandırırız.
Her bencil, kendisini iyi hissettiği bir sığınak bulur elbet,
benimkisi Slipknot'tı.
Hala daha öyle, fakat artık bir sığınaktan ibaret değil!!!

1988 doğumluyum ve Ağustos ayında 22 yaşıma giriyorum.
2000 yılında 12 yaşındaydım ve başka hangi grupta kendimi bu kadar bulmam beklenebilirdi ki?

Ben aşk şarkıları ile büyümedim, hepsini dinledim elbet, ama beni büyütemediler.
Hiç bir kelimenin her anlamını bu kadar içimden hissetmedim, beni acıtabildiler.

Bu bir Slipknot propagandası değil, hatta sikimde değil. Lütfen Slipknot dinlemeyin...
Paul Gray ölmeden önce (biz Slipknot fanı bebeler yaygarayı koparmadan önce) bu grubu anlamayanların, hala daha anlamayacak olmasını tercih ederim.
Çünkü Slipknot'ı anlamanın keyfi, sizin anlamıyor oluşunuzla doğru orantılıdır.

Vol.3'ün içine giren o peri, hepsini berbat hallere soktu. Bizi başka, onları başka..
Bana her farklı hissi veren olayın ardından bir odaya çekilip tekrar tekrar Subliminal Verses dinlemenin keyfini anlayamazsınız... Her kelimesi, her notası, sikeyim müzik kurallarını, bir şey anlatıyordu. Doğru olmayan bir şeyleri...
En başta sizin varlığınızı, varlığınıza duyduğunuz gururu ve özgüveni..
Siz kendinizi sevdikçe biz kendimizden tiksindik.
Siz güzel giyindikçe biz çirkinleştik.
Siz pürüzsüz ciltlere sahip olmak için uğraş sarf ettikçe biz damarlarımızı görmekten haz aldık.
Siz müziğin nasıl olması gerektiği hakkında konuştukça biz sadece müzik yaptık.
Siz sonsuza kadar yaşamaya çalışırken de biz ölüme yaklaştık.
(live forever? well, i would rather die)

İşte canlı bir kanıtı, The Pig, 2, Paul Gray, ne derseniz diyin, maskesinin arkasındaki adamın nasıl bir adam olduğu ile hiç ilgilenmiyorum.
Corey'nin karanlık odası ve Joey'nin black metal aşkı ile ilgilenmediğim kadar...
Onlar bana yaşamam için gereken şeyi o maskeler ile veriyolar, ben de yaşıyorum!!
Ve şimdi içlerinden biri gidiyor, gerçek hayatında nasıl bir adam olduğuna dair zerre fikrimin olmadığı, olması için de çabalamadığım bir adam.
Ben onu o maskesinin arkasından sevdim, ve babam öldüğünde bu kadar canımın yanacağından emin değilim...

Vol.3'teki peri diyordum, Vermillion ile girmiş olmalı o albümün içine..
Hala peşlerini bırakmıyor (bkz: all hope is gone)
Neler yaşadılar, işler nasıl böyle oldu bilmiyorum.
Ama Paul ailesinin bu hale gelmiş olduğu için şu an ölmüş bulunuyor.
İçimizdeki hangi yarrak kafalı onları kendilerini gördükleri gibi görebilir ki?
İşte 2-3 gündür üstümdeki bu lanet bezginlik, hiç bir zaman bu yoğun his bulutunu bizimle sözlü paylaşmayacak olmalarından.
Mezar taşları içinde ölü varken güzeldir...

All Hope Is Gone'ın içinde tüm dünya nufusunun toplu mezarı vardı. Sadece cd'yi yerinden kaldırın ve altına bakın yeter.

Ve,
I cannot deny that you were designed for my punishments!!!

Ey dünya ve yad insanoğlu,
hiç biriMizin gerçek olmayı başaramadığı kadar gerçek bu 9 adam, -ki biri ölü olsa bile umrumda değil- artık çok daha gerçekler...
Lütfen onları anlamaya çalışmayın, sadece hissedebiliyorsanız, hissedin.
Kendileri oldukları için acı çekiyorlar,
çünkü kendileri olmaya çalışanlardan farklılar.
(Now I can finally be myself 'cause I don't want to be myself)
Hepimizden...

Annihilation, Paul, sana rest in peace gibi saçmalıklar söyleyemem.
Ölen bedenini napacaklarını bilmiyorum, yakacaklarsa teninden çıkan yanık kokusunu ve dumanını tüm dünya içine çeksin.
Eğer gömeceklerse, yavaş yavaş çürüyen etinin, iç organlarının, her şeyinin toprağa ve suya karışması için can atıyorum.
Hepimizin bir parçası, yok olan bir parçası olmaya devam ettiğin için,
yaşarken ve ölüyken, önemli değil,
teşekkür ederim!

Saba!

3 Nisan 2010 Cumartesi

15 Parçadan Yokoluş Hikayesi...

Hayatlar tek tek istenilenin en üst boyutunda.. Şimdilik.

Evden çıkan 15 kişinin biri kendisini vurdu, 12'si yeni bir düzen bulmak adına uğraştı, 1'i eski düzene uyum sağladı ve kalan 1 kişi "düzeni aramanın" asıl hata olduğunu kabullendi...

Devrimi en iyi şekilde gerçekleştirebilecek yeteneklere sahip müritler toplama yoluyla birbirlerine ulaşmışlar, örgütlenmişler ve tüm toplumu bunu istemesi için ikna edebilmişler...
Donanımlı olmak zorunda kalmanın sosyal kabul gördüğü bir toplumda yaşamak onlar için neredeyse imkansızlaşmıştı. Donanım-acı arası bu silinemez algı ve benzerlik bağını -en başında- kafasında değiştirebilmek için hem donanımı hem de acıyı tüm imgeleriyle kafasından kaldırması gerektiğini biliyordu. Acıyı kaldırmaya çok yakındı, ama kendisi için değil. Her şeyden habersiz mutlu ve cahil insanlara o kadar acıyordu ki, acıyı kaldırsa bile bu onun acısı olarak yeniden doğacaktı. Kendisini nasıl ortadan kaldıracaktı? İşte burada da donanımları konuşuyordu..

Ani bir karar verdi, kağıda bir daire, bir de üçgen çizdi. Sonra dairenin içine bir üçgen ve üçgenin içine bir daire daha... Sonra da bir kalem, ucu tam dairenin ortasında.. Kalemle çizilen kalemin çizdiği dairelerin üstünü elindeki kalemle çizdi, ve tüm fikirlerinden vazgeçti.

"Düzenden rahatsız olan, yeni düzen arar.
Toplumla bütünleşen, bireyselliğini unutur.
Bireyselliğini hatırlayan, toplumu aldatır."

Üç denklem ve üç sonuç! Elinde kaldı hepsi, birden bire anlamını buldu yaşamındaki kollektif salyaların... Üç köpek ve iki kedi, işte çıkış!

Kendini vurmak ve "düzen aramanın mantıksızlığını kabullenmek" arasında gitti geldi, gitti geldi...
Sonunda karar verdi, düzenleri teker teker vurmaya çalışırken kendi varoluşunun mantıksızlığını kabullenecekti...


Saba!


(Tarihi bilmiyorum, eski bir defter arasında bulduğum kısa bir yazıydı..)

17 Mart 2010 Çarşamba

Cinnet-i Cumudiye

Photobucket


"Bir plağın ihtiyacı olan şey iğnedir.
Ya bulur ya bulmaz, ya susar ya susmaz."

İhtiyacım olan tek şey beni susturmayacak olanlar.
Yaratmaya bayılıyorum, sadece insanın yaratabildiğini gördüğüm bu dünyada.
Koklamaya, tatmaya ve özellikle de susmamaya bayılıyorum.
Ya ileri, ya geri...
Plak takıldığında bile onu yaşayabiliyorum.
Hem ileri, hem geri...

Saba