29 Kasım 2010 Pazartesi

Öğrenilmiş Hesaplar, Öğretilmiş Anılar

Bu dönemler nasıl başlıyor ve nasıl bitiyor ben de bilmiyorum.
Bir zaman geliyor, kocaman bir sessizlik içinde tek başına duruyorsun.
Ve arkasından bir zaman; yazdıkça yazıyor, düşündükçe batıyor ve çaldıkça çalıyorsun.
Bu neyin hastalığıdır, neyin dönemidir? Her huzursuz beyin resmen regl olur mu? Önemsemiyorum...
Cevabını alamayacağım sorular sormuyorum, sadece, yine, sadece düşünüyorum, yazıyorum ve çalıyorum.
Kendimi burada bulmayı hiç sevmiyorum.

Çünkü yazmazken ve çalmazken burada olmam için hiç bir sebep yok. Ne beni buradan, bu odadan ve kendimden uzak tutmayı başarabilmiş ise, onun olduğu yerde mutluyum. Hemen demeyin yine, "ah yeni bir aşk hikayesi, ve bitmiş.." Öyle değil. Benim aşk hikayelerim nedense hiç başlamaz ve hiç bitmezler. Ben de anlayamam sebebini. "Bir erkek ve bir kadın tanışır, aşık olur ve ayrılırlar.." Ben bu ne demek bilmiyorum, ayrıca üstüne milyonlarca roman, deneme, şarkı yazılan ve film yapılan "aşk" bu ise, bir erkek ve bir kadının birbirine sahip olma isteği üstüne ise, yok, ben bu duyguyu tanımıyorum.

Benim tanıdığım duygular; cinsellik, kişisel çıkarlar, sadece eğlence ve felsefe üstüne olanlarıdır... Şarkılara bakınca, aşkın bunları kapsadığını göremiyorum.

"Senin gibi olmayan biriyle birlikte olabilmek"tir ya özü anlatılan hikayenin, ben "en benim gibi olmayan"ını benimle beraber yaşatabilecek bir doğa üstü güç tanımıyorum. Varsa buyrun içinizden "ota da konar boka da" diyeni, bu tamamen iq ile alakalı bir konudur. Konduğu ot ve ya bokun konana ne kadar benzediğini tartışmıyoruz. Gidip bakkaldaki Hasan agaya tutulmuyorum, ya da Obama'ya vurulmuyorum, e nerde o minik oklar falan? Kırmızı kırmızı kalpçikler? Hepimiz kendi bencilce çıkarlarımıza göre birine tutuluyor, ve ya "tutuldum mu lan acaba" diye düşünürken takılmaya devam ediyor, en kötü ihtimalle "yolalım tavuğu sktiret" diyoruz. Burda hiç bir şey ima etmeye çalışmıyorum. Kadın ve ya erkeği eleştirmeye de çalışmıyorum. Zira yolunacak tavuk erkeğin mal varlığı olduğu gibi, kadının da cinselliği olabiliyor zaman zaman. Bazen de çok farlı çıkarlar, bazen...

Bu güne kadar aşık oldum mu? Kitap, şarkı ve filmlerden öğrendiğim kadarıyla, evet. Bize nasıl aşık olacağımızı, "onu gördüğümüzde" neler olacağını, hatta bizden ayrıldığında ne kadar acı çekeceğimizi bile öğretmiştirler. Bir nevi, başkalarının aşktan anladığı, ve insanların anlamasını umduğu şeyi size öğretirken, seve seve öğrendiğinizi görünce kim bilir nasıl etkilenmişlerdir. Çok merak ediyorum Peru'da ya da Antik Yunan'da aşkı..
Şimdi tekrar soruyorum, bugüne kadar aşık oldum mu? Kendimi ve başkalarının aşka yüklediği anlamı bildiğimi varsayarak, hayır.

Şimdi soracağım kendime huzurunuzda, ağlamadın mı be kadın sen bir adam için? Ağlamaz olur muyum ya, tabiki ağladım. Sonumuzun aşk filmleri gibi olmadığı için, aşk şarkılarındaki duyguları yaşadığımıza emin olamadığım için.. Hem de deli gibi ağladım, ama zaman alıyormuş bazen fark etmek, öğrenilmiş çaresizlikle mücadele edebilmek için.
Hem sadece bir erkek için de değil, bir kadın için bir gün öyle bir ağladım ki, tanıdığım erkek nufusunu boğmaya yeterdi.
Hani nerde o filmler? Ne cinsellik ne de çıkarlar üstüneydi göz yaşlarım. Ama o kadar derindendi ki, yaratılmış ve öğrenilmiş aşk sığ kalıyor, inanamıyorum.
Birinin bana tanırıyı öğretmesi ve kurallara uymamı beklemesinden farksız olurdu..

Tanrıya inanmıyorum dendiğinde "allahsızlığın üst boyutunda boşluklar içinde bir evrende huzursuzcasına yaşadığımıza" inananlara ithafen, aşka inanmamak da bir ya da daha çok insanı sevememek değildir. Sadece belki de, insanlara ve onlarla aramdaki ilişkiye daha önce başkalarının koyduğu kurallar çerçevesinde bakmaktan, çok daha fazla değer vermektir..
Aynı evrene bakışım gibi, herşeyi onun yarattığına inanmak, var olanlara hakaret olurdu.
Bir insanı, onu Juliet gibi sevdiğime inandırmak; onun Romeo olmasını beklemek olurdu. Kendisi değil...
Oldu.


Saba

3 Ekim 2010 Pazar

!

Yazamıyorum...

27 Mayıs 2010 Perşembe

Yazsam da yazmasam da biliyorsun, bu sadece bir duygu boşalımı. PAUL GRAY!

Herkes olabildiğince bencildir, biz sadece bizden daha çok bencil olanları "bencil" diye adlandırırız.
Her bencil, kendisini iyi hissettiği bir sığınak bulur elbet,
benimkisi Slipknot'tı.
Hala daha öyle, fakat artık bir sığınaktan ibaret değil!!!

1988 doğumluyum ve Ağustos ayında 22 yaşıma giriyorum.
2000 yılında 12 yaşındaydım ve başka hangi grupta kendimi bu kadar bulmam beklenebilirdi ki?

Ben aşk şarkıları ile büyümedim, hepsini dinledim elbet, ama beni büyütemediler.
Hiç bir kelimenin her anlamını bu kadar içimden hissetmedim, beni acıtabildiler.

Bu bir Slipknot propagandası değil, hatta sikimde değil. Lütfen Slipknot dinlemeyin...
Paul Gray ölmeden önce (biz Slipknot fanı bebeler yaygarayı koparmadan önce) bu grubu anlamayanların, hala daha anlamayacak olmasını tercih ederim.
Çünkü Slipknot'ı anlamanın keyfi, sizin anlamıyor oluşunuzla doğru orantılıdır.

Vol.3'ün içine giren o peri, hepsini berbat hallere soktu. Bizi başka, onları başka..
Bana her farklı hissi veren olayın ardından bir odaya çekilip tekrar tekrar Subliminal Verses dinlemenin keyfini anlayamazsınız... Her kelimesi, her notası, sikeyim müzik kurallarını, bir şey anlatıyordu. Doğru olmayan bir şeyleri...
En başta sizin varlığınızı, varlığınıza duyduğunuz gururu ve özgüveni..
Siz kendinizi sevdikçe biz kendimizden tiksindik.
Siz güzel giyindikçe biz çirkinleştik.
Siz pürüzsüz ciltlere sahip olmak için uğraş sarf ettikçe biz damarlarımızı görmekten haz aldık.
Siz müziğin nasıl olması gerektiği hakkında konuştukça biz sadece müzik yaptık.
Siz sonsuza kadar yaşamaya çalışırken de biz ölüme yaklaştık.
(live forever? well, i would rather die)

İşte canlı bir kanıtı, The Pig, 2, Paul Gray, ne derseniz diyin, maskesinin arkasındaki adamın nasıl bir adam olduğu ile hiç ilgilenmiyorum.
Corey'nin karanlık odası ve Joey'nin black metal aşkı ile ilgilenmediğim kadar...
Onlar bana yaşamam için gereken şeyi o maskeler ile veriyolar, ben de yaşıyorum!!
Ve şimdi içlerinden biri gidiyor, gerçek hayatında nasıl bir adam olduğuna dair zerre fikrimin olmadığı, olması için de çabalamadığım bir adam.
Ben onu o maskesinin arkasından sevdim, ve babam öldüğünde bu kadar canımın yanacağından emin değilim...

Vol.3'teki peri diyordum, Vermillion ile girmiş olmalı o albümün içine..
Hala peşlerini bırakmıyor (bkz: all hope is gone)
Neler yaşadılar, işler nasıl böyle oldu bilmiyorum.
Ama Paul ailesinin bu hale gelmiş olduğu için şu an ölmüş bulunuyor.
İçimizdeki hangi yarrak kafalı onları kendilerini gördükleri gibi görebilir ki?
İşte 2-3 gündür üstümdeki bu lanet bezginlik, hiç bir zaman bu yoğun his bulutunu bizimle sözlü paylaşmayacak olmalarından.
Mezar taşları içinde ölü varken güzeldir...

All Hope Is Gone'ın içinde tüm dünya nufusunun toplu mezarı vardı. Sadece cd'yi yerinden kaldırın ve altına bakın yeter.

Ve,
I cannot deny that you were designed for my punishments!!!

Ey dünya ve yad insanoğlu,
hiç biriMizin gerçek olmayı başaramadığı kadar gerçek bu 9 adam, -ki biri ölü olsa bile umrumda değil- artık çok daha gerçekler...
Lütfen onları anlamaya çalışmayın, sadece hissedebiliyorsanız, hissedin.
Kendileri oldukları için acı çekiyorlar,
çünkü kendileri olmaya çalışanlardan farklılar.
(Now I can finally be myself 'cause I don't want to be myself)
Hepimizden...

Annihilation, Paul, sana rest in peace gibi saçmalıklar söyleyemem.
Ölen bedenini napacaklarını bilmiyorum, yakacaklarsa teninden çıkan yanık kokusunu ve dumanını tüm dünya içine çeksin.
Eğer gömeceklerse, yavaş yavaş çürüyen etinin, iç organlarının, her şeyinin toprağa ve suya karışması için can atıyorum.
Hepimizin bir parçası, yok olan bir parçası olmaya devam ettiğin için,
yaşarken ve ölüyken, önemli değil,
teşekkür ederim!

Saba!

3 Nisan 2010 Cumartesi

15 Parçadan Yokoluş Hikayesi...

Hayatlar tek tek istenilenin en üst boyutunda.. Şimdilik.

Evden çıkan 15 kişinin biri kendisini vurdu, 12'si yeni bir düzen bulmak adına uğraştı, 1'i eski düzene uyum sağladı ve kalan 1 kişi "düzeni aramanın" asıl hata olduğunu kabullendi...

Devrimi en iyi şekilde gerçekleştirebilecek yeteneklere sahip müritler toplama yoluyla birbirlerine ulaşmışlar, örgütlenmişler ve tüm toplumu bunu istemesi için ikna edebilmişler...
Donanımlı olmak zorunda kalmanın sosyal kabul gördüğü bir toplumda yaşamak onlar için neredeyse imkansızlaşmıştı. Donanım-acı arası bu silinemez algı ve benzerlik bağını -en başında- kafasında değiştirebilmek için hem donanımı hem de acıyı tüm imgeleriyle kafasından kaldırması gerektiğini biliyordu. Acıyı kaldırmaya çok yakındı, ama kendisi için değil. Her şeyden habersiz mutlu ve cahil insanlara o kadar acıyordu ki, acıyı kaldırsa bile bu onun acısı olarak yeniden doğacaktı. Kendisini nasıl ortadan kaldıracaktı? İşte burada da donanımları konuşuyordu..

Ani bir karar verdi, kağıda bir daire, bir de üçgen çizdi. Sonra dairenin içine bir üçgen ve üçgenin içine bir daire daha... Sonra da bir kalem, ucu tam dairenin ortasında.. Kalemle çizilen kalemin çizdiği dairelerin üstünü elindeki kalemle çizdi, ve tüm fikirlerinden vazgeçti.

"Düzenden rahatsız olan, yeni düzen arar.
Toplumla bütünleşen, bireyselliğini unutur.
Bireyselliğini hatırlayan, toplumu aldatır."

Üç denklem ve üç sonuç! Elinde kaldı hepsi, birden bire anlamını buldu yaşamındaki kollektif salyaların... Üç köpek ve iki kedi, işte çıkış!

Kendini vurmak ve "düzen aramanın mantıksızlığını kabullenmek" arasında gitti geldi, gitti geldi...
Sonunda karar verdi, düzenleri teker teker vurmaya çalışırken kendi varoluşunun mantıksızlığını kabullenecekti...


Saba!


(Tarihi bilmiyorum, eski bir defter arasında bulduğum kısa bir yazıydı..)

17 Mart 2010 Çarşamba

Cinnet-i Cumudiye

Photobucket


"Bir plağın ihtiyacı olan şey iğnedir.
Ya bulur ya bulmaz, ya susar ya susmaz."

İhtiyacım olan tek şey beni susturmayacak olanlar.
Yaratmaya bayılıyorum, sadece insanın yaratabildiğini gördüğüm bu dünyada.
Koklamaya, tatmaya ve özellikle de susmamaya bayılıyorum.
Ya ileri, ya geri...
Plak takıldığında bile onu yaşayabiliyorum.
Hem ileri, hem geri...

Saba

12 Mart 2010 Cuma

4 Büyük Yanılgı Üstüne Notlar

Okuduğumdan ne anladığımı sormaları yerine okuduğumda ne hissettiğimi sormaları gereken eğitimcilere ve fanatik sağduyuya ithafen,


Sadece sekiz bölümlük bir "deneyim" hikayesi bu gidişat.
Ne aranıyorum ne de arıyorum soluk alış verişler arasında.
Kitabı kapayıp rafa kaldırdığımda, içinde dünyalar saklayan bir kutu olarak yaşayacak.
Her üstüne düşen toz tanesi, engin bir karanlıktan doğacak,
Ama doğru rengi bulacak.
Putların alacakaranlığında**.





* Hiç anlamayı başaramayacağımdan korktuğum o güzel Almanca'nı bozmayı hiç istemedim Fritz, ama senin bu çekiçlerin başımı ağrıtıyor.

**Götzen-Dammerung oder man mit dem Hammer philosophiert


Saba

11 Mart 2010 Perşembe

The Birth of Tragedy and the Soul of Music

Su dolu bir bardakta kök salıyor heveslerim. Hem şeffaf hem de yapay bir dünyada aslında.
Daha topraktan yeni koparıldığımı ve "bir süre" idare etmem için bir bardakta bekletildiğimi sanıyorum. Günler geçiyor, izliyorum şeffaf camın ardından, bana bakan insanlar neler yapıyor...

Zaman geçiyor ve insanlar yaşlanıyor, bardağımı artık bana yetmediği için büyük bir sürahiyle değiştiriyorlar belki ama beni hiç toprağa koymuyorlar.
İdare etmekten çok daha farklı bir amaçla burada yaşadığımı fark ediyorum. Suda doğdum aslında ve toprak sadece atalarımın eviydi.. Geriye doğru bir evrim yaşamış benim neslim. Fikir olarak ileriye giderken, köklerimizi geriye çevirmişiz. Asıl kaynaklara; havaya, doğaya ve insanlara...

Cam fanus bana yetmiyor, yetmediği için memnun oluyorum. Damarlarımda, yapraklarımda ve tüm liflerimde bir umutsuzluk hissederken, ve üstelik bu umutsuzluğu sevmeye de başlamışken; uyanıyorum!

Bir koku geliyor önce burnuma, çok tanıdık. 10 yıl önceye götürüyor anında, hani o ampül vardır ya -kafada parlar- onun gibi... Parlıyor, tüm odak noktamı hesaplıyor, yazıyor, çiziyor ve tamamlıyor. Sezgilerimden bir türlü emin olamıyorum. Bu nedensizlik ve kendine güvensizlik boğuyor tüm görsellerimi. Renkler kararıyor, gökyüzü tüm evreni yutuyor, cıvıl cıvıl o dünya yine daralıyor ve odaklanıp karar vermeye çalışıyorum. Bir sağıma bakıyorum, iliklerine kadar tanıdığım bir başka duygu da kendini o "an"a kaptırmış. Sonra soluma bakıyorum, aynı hevesle kök salıyor başka bir "anlam" da o dakikada, benimle aynı anda. Ve diyorum, "evet" doğru kokuyu alıyorum.

Her cümle, her ışık, her samimiyet patlaması doluyor bedenime katlanarak ve güzelleşerek. Onu daha da çok anlamlandırıyorum. Belki gereğinden fazla, ama yeterince adil.
Tüm doğa ve onun hakkında söylenmiş her cümlenin yükü biniyor omuzlarıma ve artık son kez, rahatsız olmuyorum. Onları selamladığımda, sonunda anlamış olduğum için bana bir ödül veriyor ve hafifliyorlar. Tüm bilgeliğin huzurunda. ve omuzlarım yeniden doğuyor o tonlarca ağırlığın altından...
"Hoşgeldin" diyorlar, bizi karşılayark. Hepimizi, teker teker...

Artık karşımdaki ne söylerse söylesin, o dönmeyen son dişlinin formülünü çözdüm. Anahtarı atlatabiliyorum, ve söylenenleri hayatın içine sokup, atmosferde bir ses bulutu olarak topluyorum. Cümlelere takılmak yerine, beynimin içinde kurduğum senfoniyi hiç bir ek işlem kullanmadan senin beynine aktarabiliyor, aynı şekilde dinlemeni sağlıyor, içinde kendini bulmana sebep oluyorum. Ve bunu yaparken hiç ses çıkmıyorum. Ama tüm doğallığıyla "Amadeus" gibi bir orkestrayı baştan kafamdaki kıvrımlarda yaratabiliyor, ve bunu aktarabiliyorum. Tek fark, benimkisi bir sanat eseri değil, gayet doğal bir gerçeklik. Özden geliyor.

O zaman tarihe kimin ihtiyacı var ki? Ses bulutları bizi takip edemiyor, istediğimiz gibi esebiliyoruz. Ne gürültü çıkıyor ne de bir yağmur başlıyor... Sadece sessizlik hepsinin üstesinden tek başına gelebiliyor. En güçlü kaosun ortasında bile bir çift göz bulabiliyor ve tüm sesleri kapatabiliyorsun gök yüzüne bakıp. Ne ilahi, ne mükemmel, ne sanatsal ne de eşsiz bir his bu. Sadece olması gereken, en olağan şey. Nefes almak gibi. Gerekliliğini bilmene rağmen, gerekliliğini düşünmeden nefes almak gibi.
Sadece ve sadece bu doğallığı kabullenemiyor olduğumuz zamanları boşuna yaşadığımız için üzülüyorum. Yoksa o fanusta kalan ümitsizlikten en ufak bir eser bile yok.

...Artık!


Saba

26 Şubat 2010 Cuma

12'den Sonra

Buz tutmuş balık edasıyla bakan gözlerin yaşadığı sokaklarda; umarsızca verilen her nefes sadece daha da çok donduruyor geleceği, ısıtması gerekirken… Yaşamak için değil, dakikayı atlatmak için nefes alıyor. İçine çekmesi gerekenin oksijen olduğunu aklı almıyor, hava sanıyor. Bir boşluğu giderek daha da çok içimize çekiyoruz. Göğsümüzün tam ortasında duran balon; şiştikçe şişiyor, büyüdükçe ağırlaşıyor. Toprağa daha da çok yaklaşıyoruz!

Her televizyonu açtığınızda, seçim kampanyası zamanı sokağa çıktığınızda, sinema önlerinde milyon dolarlık gişe yapan bomboş filmler için bekleyen upuzun kuyruklarla karşılaştığınızda ya da “sanat” adına tekdüze bir kültürsüzlük ahırında dolanan minik buzağılara rastladığınızda; sadece bakıp geçiyor musunuz? Gitgide daha da yaklaştığınız toprağın kokusu ve karanlığın korkusu var olan bütün duyularınızı doldurmuyorsa; siz de buzhaneden az sonra çıkarılıp “alkolsüz bir sofraya” misafir olmak üzere yatan balıklardan olacaksınız demektir. Görürken sinirden damarlarınız dışarı çıkmıyorsa, duyarken kulaklarınız acımıyorsa, tadarken mideniz bulanmıyorsa, dokunurken hissetmiyorsanız, koklarken korkmuyorsanız; sizin ölümünüzü beklemek zorunda olmak bile burada nefes alan her kişiye ne kadar zaman kaybettirecektir kim bilir… Zamanı kaybettirecektir belki ama savaşı asla… Yaşayan her varlığın özüne kavuştuğu günü görmeyi umut edemiyorum. Ama kadınların rahimlerinde taşıdıkları doğurganlık gücünün, yarın ve daha sonra, çok daha fazla kukla doğurmaya kalkışmasından korkuyorum.

Oyunların bin bir türlü çeşidi vardır. Çocuklara evcilik, ergenlere doktorculuk, yetişkinlere tanrıcılık… Minik kuklaları karşınıza dizip saatlerce anlatmaktır aptallık. Her çocuk cansız bebeklerle oynamaktan bir gün sıkılır, çünkü onların hareket edememesi, konuşamaması, ona bir şeyler söyleyemeyecek olması rahatsızlık verir. Tanrıcılık oyununda amaç, oynadığınız objelerin daimi olarak cansız kalmasını sağlamaktır. Çünkü siz ancak o zaman istediğiniz otoriteye sahip olacaksınızdır. Karşınızdaki düşünemiyor, konuşamıyor hatta hareket edemiyorsa; siz kazanırsınız. Her konuşan ve düşünen bir tehlike oluşturmaktadır “mutlak gücünüz” için. Sizin gerçekliğinizi ölçecek bir bilim, yaptıklarınızı tartacak bir denetim, yanlışlarınızı cezalandıracak bir yargı, bunları yapacak olanlara bu işi nasıl yapacağını anlatan eğitim ve yaptığı her işe kendi özgünlüğünü katması gerektiğini bağıran “sanat” olmadığı sürece huzurda olacaksınız. O zaman kapatın bütün okulları, araştırma yuvalarını, adliye saraylarını, sanat bostanlarını… Biz donup kalalım bir resimdeymiş gibi, yaşamamış olalım hiç. Aylardır derin sessizliğe terk edilmiş tiyatro salonları gibi, birbiri ardına çıkarılan o iğrenç yasalar gibi, bilmem kaç paraya alınıp “amcaoğulculuğuna” hibe edilen dev arsalar gibi, İstiklal’in her yıl “bir sebepten ötürü” yenilenen taşları; “tarihi havasını bozduğu için” kesilen ağaçları gibi, yakılan yıkılan kütüphaneler gibi, öldürdüğünüz her düşünür gibi… Biz de hiç yaşamamış olalım. Nasıl olsa cahillikle uyuşturduğunuz beyinler, hepsini kendiliğinden unutacak.
Nerden geldiğini, ne olduğunu ve ne olacağını sorgulamayan minik minik fareciklerden ibaret olsun insanlık. Emir verenin yüzünü görmek istemek, göremediğinde ona inanmamak bile onların hakkı olmasın. “Tanrının ışığı” aydınlatsın her tarafı; karanlığı aydınlığa çevirmek için değil, gözleri kör etmek için… Körleri zaten “görmek” diye bir şeyin var olmadığına inandırmak için… İnandırmakla da kalmamak, bir de inanmayanlara inanmayı dayatmaları için…

Bir İstanbul’a bakıyorum bir de saate. Bir rüzgara bakıyorum bir de geceye… Düğününe bakıyorum kaos ve medeniyetin, ve bir de dönüp önce kendime, sonra size, sonra da insanlara bakıyorum… Sonra birden saat 12 oluyor ve her şey duruyor. İstanbul, saatler, rüzgar ve gece, hepsi duruyor. Saat ilerleyebilmek için izin alıyor kaostan ve medeniyet ona kızıyor. Çünkü, 12’den sonra genelde 13 gelir, bazen de 1! Zamana “sadece bakanlar” için, bir dairenin içinde 13 ve 1 aynı anda bulunamaz. Hep size “tek”liği dayatan 1, uğursuz saydığı için 13’ü görmezden gelir. Öğleden sonralarda saat 13 olmasına rağmen; göremeyenler için 1, gerçek değildir. Gün ışığını gizleyendir!

Saba Arat

12 Şubat 2010 Cuma

Doktor dedi...

Doktor dedi; "Duruyorum lan karşınızda"
Doktor söylenmesi gereken herşeyi söyledi...

Doktor dedi; "Anlamıyorum ulan ne dediğinizi"
Doktor gerçekleri çok güzel söyledi...

Ve doktora dedim "Anlamıyorum doktor"

Doktor ayıldı - aslında hep ayıktı - ve gülümsedi yüzüme...

Gördüm o gülümsemede delilik nedir, biz neyiz, ve onlar kim?
Onlar kim ki, bizim kim olduğumuza karar verecekler?
Biz onlara ne deriz ki, onlar bizi yargılayacak güce sahiptirler?

Hezarfen Ahmet Çelebi..
Uçtu,uçtu..
İzmit'e kondu.
Bu gece....


Eğer bunu okuduysan ve anladıysan tek bir hece...
Gel delir bizle bi gece.

Iyi geceler!!








Saba

31 Ocak 2010 Pazar

420

Yürüdüm minik minik minik adımlarla bugün.
Geçmişe biraz daha yakından baktım, sanki dünmüş gibi..
Yaptığım hatalara kızdım en çok. Ama hiç biri canımı sıkmadı, sevindim..
Bana yapılanlara baktım en çok. Hiç biri derinleşmedi, affettim..
Ama bana dokunanlara takıldım en çok. Talihsizliklere hiç gücüm yoktur. Hemen yıkıverir beni.
Açık yaradan kurşun çıkaracak kadar cesur olsam da, doğa düzeninin en ücra köşeleriyle yüzüme güldüğünde hep çaresiz olurum. Buna gülmek de değil, sırıtmak derler zaten.
Onları kabullenmekten başka şansım olmadığı düşüncesinin beni rahatlatacağını sanarım hep.
Ama lanet olası arzular... Ah onlar.. Değiştirebilmek adına!
Yok, tek bir seçeneğim olmadı, belki olmamalıydı..
Ama olsaydı..
İşte olmadı. Yapacak yok, talihsizliğe ağladıkça bu haykırışın daha da çaresizleştiğini her seferinde görmeme rağmen bir yol bulamadım.
İşte bu durumun en acımasız yönü de şuydu; "bir yol olmadığını" anladığını sanmanın, aslında yolun başında olduğunu sanmak ile aynı anlama gelmesi.. Bunlar hep ilk zamanlar.
Ta ki "BİR YOLUN OLMADIĞI" na emin oluncaya kadar.
Değiştirmek için bir şans, tek bir şans.. Şansı! Şansı değiştirmek için tek bir şans lazımdı. Olmadı.
Bunu sindirmektan başka kalan seçenek yok. Talihsizliği sindirmek.
Sindirmenin en zor yönü ne bilir misin?
Sindirmek için sebebin olmaması...
Bir "yol" bulmak burda gereklidir insana. Acı da olsa, bulursun.
Ceza.
İşte "ceza"
Sindirmek için bu talihsizliği hak ettiğimi düşünmekten başka bir yol bulamadım.
Zengin olmadığı için zenginlerden intikam almayı bekleyen kız gibi. Kibritçi kız! Benim kibritçi kızım iyi değil. Oldu bir kere, talihsizlik...
Hak gördüm kendime bu olanları, "hak ettim" dedim defalarca.
Sinsin diye...
Siniyor...
Kimse sakın sormasın "neden, nasıl" ve benzerlerini. Açıklamam bir inananın lafları kadar aptalca olur.
Yok, bir mantık yok. Talihsizlik...
Ben kendimi inandırmaya koyulayım, zaman ve doğa asıl intikamını alıyor.
İntikam...
Buna inanmak rahatlatıyor kibritçi kızı.. Kötü kibritçi kız! Ne kötü kız!
Titrediğim kadar titreyecek her seçim yapan.
Her bir seçen ve her bir seçim..
Benim titrediğim kadar...
Ne kadar uzak ceza ve intikamlar mantıkta birbirlerinden.
Ama bir "talihsiz"in beyninde buluşuyorlar sessizce.
Zaman ve doğa gibi
Değişen arzular gibi
Anlık yalanlar gibi
Boş gururlar gibi
Şans gibi.
Bugün gibi...
Ve dökülüyor bir kaç anlamsız satır kağıda, diyor önce "KAÇ", vazgeçiyor yırtıyor yaprakları.
Diyor sonra "KAL", kızıyor kendisine bunu hak etmediği için..
Ve yazıyor:

Hatırlamaya kadar geldim ama unutmaya karar verdim.
Unuttukça sinecek, sindikçe büyüyecek derdim...


Bu kadar.


Saba

12 Ocak 2010 Salı

Google Türkiye Soru(n)ları:

12 Ocak 2010 Google Türkiye arama sonuçlarına göre :

Photobucket
"Nasıl?"
Hamilelik ve cinsellik oldukça merak konusu sanırım.
Kilo vermek yerine kilo almak konusunda Google'ın daha çok söyleyecek şeyi var.
Peki ya bu format atanlarla cinsel bilgi arayanların aynı kişiler olduğunu varsayarsak?

Photobucket

"Kaç?"
Hamilelik yine merak içeriyor.
Peki ya Google'a yaşınızı sormak?

Photobucket
"Ne Zaman?"
Emekliliğin ne olduğunu Google'a daha yazmadan öğrenebilirsiniz.
Ya da çaresizce ne zaman öleceğinizi öğrenmeyi umabilirsiniz.

Photobucket
"Neden?"
Neden hıçkırdığını ve rüya gördüğünü merak edenler aslında neden-sonuç ilişkisi ile de ilgililer :)


Photobucket
"Niçin?"
'Niçin'i en karmaşık soru seçiyorum. Bakın bizim kafamızı en çok karıştıran şey neymiş?
En sevdiğim, Google bile farkında....

Saba Arat