26 Şubat 2010 Cuma

12'den Sonra

Buz tutmuş balık edasıyla bakan gözlerin yaşadığı sokaklarda; umarsızca verilen her nefes sadece daha da çok donduruyor geleceği, ısıtması gerekirken… Yaşamak için değil, dakikayı atlatmak için nefes alıyor. İçine çekmesi gerekenin oksijen olduğunu aklı almıyor, hava sanıyor. Bir boşluğu giderek daha da çok içimize çekiyoruz. Göğsümüzün tam ortasında duran balon; şiştikçe şişiyor, büyüdükçe ağırlaşıyor. Toprağa daha da çok yaklaşıyoruz!

Her televizyonu açtığınızda, seçim kampanyası zamanı sokağa çıktığınızda, sinema önlerinde milyon dolarlık gişe yapan bomboş filmler için bekleyen upuzun kuyruklarla karşılaştığınızda ya da “sanat” adına tekdüze bir kültürsüzlük ahırında dolanan minik buzağılara rastladığınızda; sadece bakıp geçiyor musunuz? Gitgide daha da yaklaştığınız toprağın kokusu ve karanlığın korkusu var olan bütün duyularınızı doldurmuyorsa; siz de buzhaneden az sonra çıkarılıp “alkolsüz bir sofraya” misafir olmak üzere yatan balıklardan olacaksınız demektir. Görürken sinirden damarlarınız dışarı çıkmıyorsa, duyarken kulaklarınız acımıyorsa, tadarken mideniz bulanmıyorsa, dokunurken hissetmiyorsanız, koklarken korkmuyorsanız; sizin ölümünüzü beklemek zorunda olmak bile burada nefes alan her kişiye ne kadar zaman kaybettirecektir kim bilir… Zamanı kaybettirecektir belki ama savaşı asla… Yaşayan her varlığın özüne kavuştuğu günü görmeyi umut edemiyorum. Ama kadınların rahimlerinde taşıdıkları doğurganlık gücünün, yarın ve daha sonra, çok daha fazla kukla doğurmaya kalkışmasından korkuyorum.

Oyunların bin bir türlü çeşidi vardır. Çocuklara evcilik, ergenlere doktorculuk, yetişkinlere tanrıcılık… Minik kuklaları karşınıza dizip saatlerce anlatmaktır aptallık. Her çocuk cansız bebeklerle oynamaktan bir gün sıkılır, çünkü onların hareket edememesi, konuşamaması, ona bir şeyler söyleyemeyecek olması rahatsızlık verir. Tanrıcılık oyununda amaç, oynadığınız objelerin daimi olarak cansız kalmasını sağlamaktır. Çünkü siz ancak o zaman istediğiniz otoriteye sahip olacaksınızdır. Karşınızdaki düşünemiyor, konuşamıyor hatta hareket edemiyorsa; siz kazanırsınız. Her konuşan ve düşünen bir tehlike oluşturmaktadır “mutlak gücünüz” için. Sizin gerçekliğinizi ölçecek bir bilim, yaptıklarınızı tartacak bir denetim, yanlışlarınızı cezalandıracak bir yargı, bunları yapacak olanlara bu işi nasıl yapacağını anlatan eğitim ve yaptığı her işe kendi özgünlüğünü katması gerektiğini bağıran “sanat” olmadığı sürece huzurda olacaksınız. O zaman kapatın bütün okulları, araştırma yuvalarını, adliye saraylarını, sanat bostanlarını… Biz donup kalalım bir resimdeymiş gibi, yaşamamış olalım hiç. Aylardır derin sessizliğe terk edilmiş tiyatro salonları gibi, birbiri ardına çıkarılan o iğrenç yasalar gibi, bilmem kaç paraya alınıp “amcaoğulculuğuna” hibe edilen dev arsalar gibi, İstiklal’in her yıl “bir sebepten ötürü” yenilenen taşları; “tarihi havasını bozduğu için” kesilen ağaçları gibi, yakılan yıkılan kütüphaneler gibi, öldürdüğünüz her düşünür gibi… Biz de hiç yaşamamış olalım. Nasıl olsa cahillikle uyuşturduğunuz beyinler, hepsini kendiliğinden unutacak.
Nerden geldiğini, ne olduğunu ve ne olacağını sorgulamayan minik minik fareciklerden ibaret olsun insanlık. Emir verenin yüzünü görmek istemek, göremediğinde ona inanmamak bile onların hakkı olmasın. “Tanrının ışığı” aydınlatsın her tarafı; karanlığı aydınlığa çevirmek için değil, gözleri kör etmek için… Körleri zaten “görmek” diye bir şeyin var olmadığına inandırmak için… İnandırmakla da kalmamak, bir de inanmayanlara inanmayı dayatmaları için…

Bir İstanbul’a bakıyorum bir de saate. Bir rüzgara bakıyorum bir de geceye… Düğününe bakıyorum kaos ve medeniyetin, ve bir de dönüp önce kendime, sonra size, sonra da insanlara bakıyorum… Sonra birden saat 12 oluyor ve her şey duruyor. İstanbul, saatler, rüzgar ve gece, hepsi duruyor. Saat ilerleyebilmek için izin alıyor kaostan ve medeniyet ona kızıyor. Çünkü, 12’den sonra genelde 13 gelir, bazen de 1! Zamana “sadece bakanlar” için, bir dairenin içinde 13 ve 1 aynı anda bulunamaz. Hep size “tek”liği dayatan 1, uğursuz saydığı için 13’ü görmezden gelir. Öğleden sonralarda saat 13 olmasına rağmen; göremeyenler için 1, gerçek değildir. Gün ışığını gizleyendir!

Saba Arat

12 Şubat 2010 Cuma

Doktor dedi...

Doktor dedi; "Duruyorum lan karşınızda"
Doktor söylenmesi gereken herşeyi söyledi...

Doktor dedi; "Anlamıyorum ulan ne dediğinizi"
Doktor gerçekleri çok güzel söyledi...

Ve doktora dedim "Anlamıyorum doktor"

Doktor ayıldı - aslında hep ayıktı - ve gülümsedi yüzüme...

Gördüm o gülümsemede delilik nedir, biz neyiz, ve onlar kim?
Onlar kim ki, bizim kim olduğumuza karar verecekler?
Biz onlara ne deriz ki, onlar bizi yargılayacak güce sahiptirler?

Hezarfen Ahmet Çelebi..
Uçtu,uçtu..
İzmit'e kondu.
Bu gece....


Eğer bunu okuduysan ve anladıysan tek bir hece...
Gel delir bizle bi gece.

Iyi geceler!!








Saba