11 Mart 2010 Perşembe

The Birth of Tragedy and the Soul of Music

Su dolu bir bardakta kök salıyor heveslerim. Hem şeffaf hem de yapay bir dünyada aslında.
Daha topraktan yeni koparıldığımı ve "bir süre" idare etmem için bir bardakta bekletildiğimi sanıyorum. Günler geçiyor, izliyorum şeffaf camın ardından, bana bakan insanlar neler yapıyor...

Zaman geçiyor ve insanlar yaşlanıyor, bardağımı artık bana yetmediği için büyük bir sürahiyle değiştiriyorlar belki ama beni hiç toprağa koymuyorlar.
İdare etmekten çok daha farklı bir amaçla burada yaşadığımı fark ediyorum. Suda doğdum aslında ve toprak sadece atalarımın eviydi.. Geriye doğru bir evrim yaşamış benim neslim. Fikir olarak ileriye giderken, köklerimizi geriye çevirmişiz. Asıl kaynaklara; havaya, doğaya ve insanlara...

Cam fanus bana yetmiyor, yetmediği için memnun oluyorum. Damarlarımda, yapraklarımda ve tüm liflerimde bir umutsuzluk hissederken, ve üstelik bu umutsuzluğu sevmeye de başlamışken; uyanıyorum!

Bir koku geliyor önce burnuma, çok tanıdık. 10 yıl önceye götürüyor anında, hani o ampül vardır ya -kafada parlar- onun gibi... Parlıyor, tüm odak noktamı hesaplıyor, yazıyor, çiziyor ve tamamlıyor. Sezgilerimden bir türlü emin olamıyorum. Bu nedensizlik ve kendine güvensizlik boğuyor tüm görsellerimi. Renkler kararıyor, gökyüzü tüm evreni yutuyor, cıvıl cıvıl o dünya yine daralıyor ve odaklanıp karar vermeye çalışıyorum. Bir sağıma bakıyorum, iliklerine kadar tanıdığım bir başka duygu da kendini o "an"a kaptırmış. Sonra soluma bakıyorum, aynı hevesle kök salıyor başka bir "anlam" da o dakikada, benimle aynı anda. Ve diyorum, "evet" doğru kokuyu alıyorum.

Her cümle, her ışık, her samimiyet patlaması doluyor bedenime katlanarak ve güzelleşerek. Onu daha da çok anlamlandırıyorum. Belki gereğinden fazla, ama yeterince adil.
Tüm doğa ve onun hakkında söylenmiş her cümlenin yükü biniyor omuzlarıma ve artık son kez, rahatsız olmuyorum. Onları selamladığımda, sonunda anlamış olduğum için bana bir ödül veriyor ve hafifliyorlar. Tüm bilgeliğin huzurunda. ve omuzlarım yeniden doğuyor o tonlarca ağırlığın altından...
"Hoşgeldin" diyorlar, bizi karşılayark. Hepimizi, teker teker...

Artık karşımdaki ne söylerse söylesin, o dönmeyen son dişlinin formülünü çözdüm. Anahtarı atlatabiliyorum, ve söylenenleri hayatın içine sokup, atmosferde bir ses bulutu olarak topluyorum. Cümlelere takılmak yerine, beynimin içinde kurduğum senfoniyi hiç bir ek işlem kullanmadan senin beynine aktarabiliyor, aynı şekilde dinlemeni sağlıyor, içinde kendini bulmana sebep oluyorum. Ve bunu yaparken hiç ses çıkmıyorum. Ama tüm doğallığıyla "Amadeus" gibi bir orkestrayı baştan kafamdaki kıvrımlarda yaratabiliyor, ve bunu aktarabiliyorum. Tek fark, benimkisi bir sanat eseri değil, gayet doğal bir gerçeklik. Özden geliyor.

O zaman tarihe kimin ihtiyacı var ki? Ses bulutları bizi takip edemiyor, istediğimiz gibi esebiliyoruz. Ne gürültü çıkıyor ne de bir yağmur başlıyor... Sadece sessizlik hepsinin üstesinden tek başına gelebiliyor. En güçlü kaosun ortasında bile bir çift göz bulabiliyor ve tüm sesleri kapatabiliyorsun gök yüzüne bakıp. Ne ilahi, ne mükemmel, ne sanatsal ne de eşsiz bir his bu. Sadece olması gereken, en olağan şey. Nefes almak gibi. Gerekliliğini bilmene rağmen, gerekliliğini düşünmeden nefes almak gibi.
Sadece ve sadece bu doğallığı kabullenemiyor olduğumuz zamanları boşuna yaşadığımız için üzülüyorum. Yoksa o fanusta kalan ümitsizlikten en ufak bir eser bile yok.

...Artık!


Saba

1 yorum:

  1. "Suda doğdum aslında ve toprak sadece atalarımın eviydi.. Geriye doğru bir evrim yaşamış benim neslim. Fikir olarak ileriye giderken, köklerimizi geriye çevirmişiz. Asıl kaynaklara; havaya, doğaya ve insanlara..." Saba bu yazı mükemmel, eline, yüreğine sağlık

    YanıtlaSil